almanların kendi aralarında en çok konuştuğu konu tatilde nereye gittikleri iken sohbete bir "çirkin ördek yavrusu" dahil olduğunda konu dönüp dolaşıp entegrasyona bağlanıyor. dönem dönem "bağlantı noktası" değişse de bağlam değişmiyor. son yıllarda mülteci sayısının da artmasıyla islam meselenin sosu iken dünya kupasından avrupa şampiyonasına futbol ön plana çıkıyor "bağlantı noktası" olarak. "mesut özil vakası" daha geniş ve detaylı bir hatta birkaç yazıyı hak ediyor. ayrıca konunun genelde pek üzerinde durulmamasına rağmen şahsen kafa yorduğum ve önemsediğim "yurt dışında taraftarlık" veçhesi de var fakat bunlardan önce uzun süre önce youtube'da denk geldiğim ve üzerine yazmayı sabah çalan cep telefonu alarmı gibi sürekli ertelediğim bir röportajı konu edinmek istedim. röportaj, değil liselilerin master yapanların dahi bilmeyeceği dönemden. birçok açıdan garipliklerle dolu 90'ların sonundan bildiriyorum. milenyum çılgınlığının, metalik grinin dünyayı işgalinin, 2012 yılında maya takviminin sebep olduğundan çok daha büyük bir kaos söylentisine sebep olan windows takviminin bitişinin hemen öncesi: 98-99 sezonu. galatasaray'ın uefa kupasını kazanmasından sonra yurtdışına giden futbolcularda artış görünse de futbolcu ihracatının hala milli gurur olduğu ve coşkuyla karşılandığı yıllar. nihatlı sociadad'ın bile öncesi sonuçta. haberde de bahsedildiği üzere 7 milyon markla schalke 04'ün en pahalı transferi olan hami mandıralı ile yapılan röportajdan bahsediyorum. röportajın bir diğer konuğu ise ünal alpugan. almanya'da babalar günü olan christi himmelsfahrt'ta gerçekleştirilen röportajda arkada dönen döner gibi fantastik ögeler var. izlerken konu türkiye olduğunda hala ve ısrarla arka planda tarkan'ın şıkıdım şarkısını çalan televizyon programı izliyormuşum gibi hissetmiştim.
lafı çok uzatmayıp şuraya videoyu iliştireyim.
bu arada aklımda hami'nin kendisine sorulan "almanca öğrenecek misin?" sorusuna verdiği "ben buraya dil öğrenmeye değil top oynamaya geldim" cevabı var ama bu bilgiyi nereden edindim, doğru mu yoksa yine bir kaynak belirtmeyen ekşi'deki şu entry'de geçen
- almanca nasıl?
- bana dediler, almanca öğreneceksin. ben bu yaştan sonra almanca öğrenip ne yapacağım? diyaloğunu yıllar önce okuyup zamanla kafamda dönüştürdüm mü, bilemiyorum.
müzik hayatımda önemli bir yer tutuyor. gündelik hayatta sıklıkla şarkı sözlerine atıfta bulunduğumu düşününce bu etki daha da büyüyor... gibi geliyor bana yoksa şüphen mi var?
bir süreden beri zihnimin bir yerinde türkiye ile olan ilişkimin seyrini dinlediğim, o dönemlere denk düşen şarkılar üzerinden düşünüyorum.
almanya'ya ilk geldiğim dönemde bir arkadaşımın gelmeden hediye ettiği "sezen aksu full mp3" cd'sinden yalnızık senfonisi'ni üst üste dinler, sonrasında evin duvarları üstüme üstüme geliyor gibi hissedip kendimi evden dışarı atardım.
sonraki yıllarda teoman'ın yaptığı şarkı hem sözleri hem de klibi ile dokunuyordu.
90'larda çocuk olmuş bir istanbullunun istanbul'u özlediğinde dinlediği, dinlediğine istanbul'u özlediği şarkılardan biri ister istemez bu oluyor...
bir diğeri de...
memleketi özlemek demişken...
hasret her sardığında ise dönüp dolaşıp sezen aksu'ya çıkıyordu yollar.
sonrasında tabii önce anneni anımsıyordum ve sonra diğer sevdiklerimi... hatta anlıyordum belki de.
ölsem en çok üzülecek olan insanlara binlerce kilometre uzakta olduğumu düşünüyordum mesela. sonrası ise ağır bir yalnızlık duygusu...
sevdiğim şarkılarının yanı sıra meşhur biri olarak geldiği almanya'da kimsenin öyle bir beklentisi yokken almanca albüm yapmasından ötürü hususi saygı duyduğum cem karaca'nın seslendirdiği şarkı, yıllarca gülhane parkı'nın dolaylarında bulunmuş biri için tabii ki memleket demek oluyordu.
rahmetlinin sadece şarkısı değil okuduğu şiir de bu listede olmalıydı. özellikle de "insanlar gülüyordu de. trende, vapurda, otobüste... yalan da olsa hoşuma gidiyor söyle. hep kahır, hep kahır.. bıktım be!" mısraları ile.
"kavgamın şehrine" döneceğim o gün geldiğimde dinleyeceğimi düşündüğüm iki şarkı vardı... o beni ne kadar beklemiş olacaktı pek bilmiyordum ama ben onu epey beklemiştim.
diğeri ise...
buraya kadar metropol fm'de yayınlanması muhtemel "gurbet treni" programı playlist'i gibi olan gidişattan kopuş buralarda başladı.
gezi ile başlayan süreçte, almanya'ya gelmemin üzerinden yaklaşık 10 yıl geçmişken duygusal ve zihni kopuş başladı. o sıra oturum, üniversite, askerlik gibi sorunların da uç uca eklenmesiyle yaklaşık 22 ay türkiye'ye gidemedim. sonrasındaki gidişimde ise uçağın 22 ay önce ayrıldığım ülkeye inmediğini biliyordum. kopuş başlamış olsa bile hem özlem hem de merak vardı. hem en küçük yeğenimi ilk defa ancak bir yaşına bastıktan sonra görebilecektim.
o dönemimde ister istemez "dağılın lan" diyordum...
türkiye'ye pozitif duygularla gittiğim son seferdi sanırım...
sonrasında hep daha fazla eksilerek gittim.
berlin'de 13,5 seneyi doldurmamın ardından bir süreliğine yerleşmek için istanbul'a giderken zihnimde çalan şarkıyı ise ne edip akbayram ne de kayne west söylüyordu.
yıllarca özlediğim ülkeye gitme kararı alabilmemde cebimde bulunan almanya vatandaşlığının oynadığı rolü es geçmemek lazım. bir gün "artık burada kalmak istemiyorum" dediğimde çıkabilme imkanım olmasaydı muhtemelen bir süreliğine de olsa dönmezdim türkiye'ye.
türkiye'de geçen on ayın sonunda atatürk havalanında pasaport kontrolünden geçip muhtemelen en huzurlu almanya yolculuğumu gerçekleştirmek üzere uçağına doğru yürürken ise şu şarkıyı dinliyordum:
"zor zamanlar olur, nasıl çıkırsan içinden omurgan öyle şekillenir."
15 yıllık çalkantılı ve yoğun bir ilişkinin serencamı kaba hatlarıyla böyle.
atladığım, unuttuğum şarkılar olmuştur muhtemelen...
ama "bize olanlar, yaşananlar nasıl olur unutulur?"
berlin'de 13 yılı devirmiş biri olarak gezi'den beri giderek artan yeni bir göç dalgasını görmemek mümkün değil. son dönemde şiddet kazanan bu akım muhtemelen önümüzdeki süreçte de büyümeye devam edecek. yeni gelmiş arkadaşlarla gelmeye karar verme anından başlayarak berlin'e intibak süreçlerini de içeren bir sohbet-söyleşi serisi başlatarak hem tarih not düşmeyi hem de gelmeyi düşünen fakat belirsizlik veya kaygıdan dolayı kararsız olanlara, zorluk çekenlere yol göstermeyi amaçladım. sıklıkla dile getirdiğim gibi zamanında "cahil cesareti" ile yola düşmüş biri olarak yeni gelecek kişilere bir faydamın dokunacağını umarım.
akademisyen, beyaz yakalı, öğrenci, sanatçı, dil kursu, aile birleşimi gibi değişik yollara dair farklı tecrübe ve hikayeleri size ulaştırmaya çalışacağım. siz de varsa özellikle öğrenmek istediğiniz hususları blog yazılarının veya youtube'daki söyleşilerin altına yazarak, facebook sayfamıza mesaj veya berlinpostasi@gmail.com adresine atarak iletmek suretiyle içeriğin zenginleşmesine katkıda buunabilirsiniz. aynı kanalları tabii ki her türlü yorum ve değerlendirme için de kullanabilirsiniz.
ilk konuğumuz berlin'e akademisyen olarak gelen irem oldu. şimdilik youtube ve soundcloud'daki berlin postası hesaplarından dinlemeniz mümkün.
bu söyleşi serisi, kafamdaki diğer konu başlıkları için ilk adım olur diye umuyorum.
beğenmeniz durumunda sosyal medyada paylaşmak konusunda elinizden geleni ardınıza koymayın!
muhabbetle!
serinin ismi olarak aklıma ilk önce "çayda dem, berlin'de kudamm" gelmişti, o belki başka bir projenin ismi olur. yazıyı isme ilham olan şarkıyla bitirelim: